hesabın var mı? giriş yap

  • tertemiz türk köylüsüdür. ayağında lastik ayakkabı, üzerinde incecik gocukla ellerinde değnekle yola çıkmış ve vicdani görevlerini yapmışlardır. beğenmedikleri herkese ay çok köylüüü yaaağ diyen sersemlerin model alması gerekenlerdir. insandırlar, insan. iyi ki de insan kalmayı başarmışlardır. can kurbandır kendilerine.

  • 70'lik tekila 90 tl, iki paket marlboro 25 tl dediğimizde zaten 115 tl yapıyor. gerisi de bedavaya geliyor.

    bu araştırmalara zaten hiç gerek yok. ben size bir kaç rakam vereyim, zihniniz berraklaşsın.

    60 milyonluk fransa'da bankada 1 milyon'dan fazla parası olan kişi sayısı 2.5 milyon, 85 milyonluk türkiye'de 100 bin. fransa'da her 25 kişiden bir tanesinin bankada bol sıfırlı hesabı varken, türkiye'de 800 kişiden birinde var.

    80 milyonluk almanya'da senede 3 milyon sıfır otomobil satılırken, 85 milyonluk türkiye'de 750 bin sıfır otomobil satılıyor.

    ingiltere'de kişi başı senelik 100 lt süt tüketilirken, türkiye'de bu rakam 25 lt. türkiye'nin çocuk ve genç nüfusunun bu ülkeden çok daha fazla göz önüne alındığında, rakamsal olarak 4 kat olan fark örneğin 15 yaş altı ile sınırlanan bir araştırmada 6-7 kata çıkar.

    isviçre'de kişi başı senelik 12 kg çikolata tüketilirken, türkiye'de bu rakam 2 kg civarında.

    bunlar alım gücüne bağlı ürün grupları, pahalı ürünler. burada avrupa ülkeleri bizim en az 3-4 katımızla 50-100 katımıza kadar alım gücüne sahip. tüketimleri de buna paralel olarak kat kat fazla.

    alım gücünün fazla olmasını gerektirmeyen şeyler de var, mesela ekmek.

    türkiye'de kişi başı ekmek tüketimi senelik 140 kg iken, finlandiya'da bu rakam 51 kg. bizim üçte birimiz kadar ekmek yiyorlar. beyinleri de hamura dönmüyor bu sayede herhalde.

    boşverin market fiyatlarını, tüketime bakın anlarsınız. türkiye'de kişi başı elektrik tüketimi, avrupa'nın üçte biri kadar. bu neyi gösterir, avrupa'da alım gücü en az 3 kat fazla, yani avrupa'da elektrik fiyatı türkiye'dekinin üçte biri kadar demek ki.

    almanya'da bizim 4 katımız kadar sıfır otomobil satılıyor, demek ki araçlar bizim dörtte birimiz fiyatına onların maaşlarına göre.

  • teyze resmen cehaletin sözlük anlamı:

    -karşısındakinin ne dediği önemli değil.
    -ezberlediği 3 cümleyi yüksek sesle söyleyerek üste çıkıyor (15 temmuz, hırsız, hadi chp'nin kapısına vs.)
    -kalabalığı arkasına aldığını hissettiği anda daha da coşuyor.

  • belediyenin resmi internet sitesine, eski başkanları hakkında 'boş damacana' diye hakaret edilmesi hiç yakışmamı... şaka lan şaka..

    boş damacana.. hala gülüyorum..

  • esasında;
    evlenecek insanların birbirinden para istemesi bizim kültürümüzde yoktur,

    çok eşlilik bizim kültürümüzde yoktur,

    evlenirken kadının rızasının sorulmaması bizim kültürümüzde yoktur,

    kadınlarımızı eve kapatıp işlevsizleştirmek bizim kültürümüzde yoktur,

    başka dine inanan türkleri katletmek bizim kültürümüzde hiç ama hiç yoktur,

    kadınlarımızın mirasından çalmak bizim kültürümüzde yoktur.

    müzik ve eğlence bizim kültürümüzde vardır ve yasak değildir.

    içki içmek bizim kültürümüzde vardır ve yasak değildir.

    somut bulgularla bilinen 10.000 yıllık türk tarihinin sadece son 1000 senesinin sadece belli hanedanlara sıkışmış olanlarını "bizim kültürümüz" diye itelemeye kalkanları iteleriz.

    türk kültürü, selçuk hanedanı veya osman hanedanı kadar daracık bir kültür değildir.

  • eğer gerçek ise güzel bir gelişmedir. ben olsam suriye'nin kuzeyini de pazarlığa dahil eder ve kendi güvenliğim söz konusu, ypg'yi buradan temizleyin ya da ben temizleyeceğim derdim. şu maddelerin hepsi makul isteklerdir. hayır yani atla deve mi talepler? avrupa pkk'yı terör örgütü olarak görmüyor mu? f-35 uçaklarının parasını ödemedik mi? caatsa yaptırımlarının kaldırılması zaten gündeme gelmişti. ne alaka yani türkiye'siz nato? bu nasıl aşağılık kompleksidir. çıkarsınlar isterlerse nato'dan. keyifleri bilir.

    edit: halen, oha ya kırım'ı da isteseydiniz diyen tipler var. ulan şu isteklerin hepsi makul ve tümünde de haklıyız. akp nefreti gözünüzü kör etmesin.

  • cumhuriyet tarihinden beri ankara ve istanbul ticaretin, sanayinin ve dolayısıyla iş sahasının merkezi olmuştur. köyden şehire göç dalgasının temel sebebi budur.

    bu göç dalgaları anadoludan direkt olarak ev ve aile ile olmaz. önce evsiz ailesiz vaziyette çalışabilecek er kişi ıstanbıla gelir. keşif, barınma ve iş süreci halledilir. çalışmaya başlanır. ülkede ekonomik krizlerin olmadığı dönemlerde, para kazanma işinin köyden daha verimli olduğuna karar verilir ve aile de getirilir. veya ihtiyaç kadar kazanım bitince köye geri dönülür.

    köye geri dönme kısmı genelde olmaz, olmuşsa da zaten geliş planı geçicidir. son yıllarda bahse konu durum artık yok. çünkü ülkedeki kötü ekonomi, geçici işlerin azlığı, vasıfsız işlerin artık yüksek getirisi olmaması gibi çok sebebi var.

    bu yazının öznesi; istanbul'a çalışmaya gelen anadolu çocuğunun barınma kısmıdır.

    ilk coğrafi keşfi yapan arkadaş kimdir bilmem ama barınma olayı hakkında önceden malumat alınıp öyle gelinir. bu yüzden esenler otogarından iner inmez doğruca fatih/unkapanı'nda ki [(bkz: imc)imç] durağına gidilir. oradan yürüyerek ara sokaklardan hedef noktada ki bulunan bekar hanına gidilir.

    bonus: bu tabiri ekşi şeyler editörünün bilmediğini tahmin ediyorum. çünkü naylon fatura ile vergi iadesi konulu yazımı ekşi şeylere aktaran editör, "bekar hanı" kelimesinin yanlış olduğunu düşünerek "bekar hanımı" olarak düzeltmiş şapşik şey.

    *****eski bir trt filminde bu bekar hanlarını görmüştüm. anlattığı yıllar 1950ler veya 60lardı. yani buraların bekar hanı olarak kullanım amacı çok daha eskilerden gelmeymiş. belki cumhuriyet öncesinden beri vardır. bu konuda bilgisi olan suser arkadaşlar yeşillendirirse yazıya ekleme yaparım.

    ortalama yüz yıllık olduğunu tahmin ettiğim, yıkılmasının önündeki tek engelin yüce rabbül alemin olduğunu düşündüğüm, 6-7 katlı yıkık dökük binalar. eski ama cumhuriyet döneminde yapılmışlar bence. geneli betonarme yapıda veya tek katlı taş duvar bir evin üzerine beton tuğla eşliğinde, gecekondu yapar gibi bina dikmişler. yıkılmalarını engelleyen tek şeyin yüce rabbül alemin olmasını düşündüren şey ise 1999 istanbul depreminde mucizevi bir şekilde yıkılmamaları. birilerinin aklına gelmiş olmalı ki 2010dan sonra tek tek buraları yıkıp oto park - oto halı yıkamaya çevirmişler. son yıllarda istanbul'a hiç gitmediğim için şu anki durumları hakkında bilgim yok.

    binanın girişinde bir bakkal olur genelde. bakkal hanın sahibidir. muhtemelen baba mirası bir iş ve mülk sahibi kişi. bakkala girilir. kendi köylüsü tanıdığı varsa adı söylenir. "şu katta, şu odada" diye söyler.

    kat ve oda demesinin sebebi; bu binalar yapılırken 2-3 oda, bir salon, tuvalet-banyo-mutfak barındıran birer daire şeklinde yapılmış. daha sonra her katta bir tuvalet ve bir banyo bırakılıp geri kalan yerler koğuş sistemi gibi birer odaya çevrilmiş. apart otellere, ucuz pansiyonlara benzer ama kesinlikle aynı değil.

    daha binanın önüne yaklaştığınızda rutubetin ve pisliğin kokusu burnunuza gelir. içeriye girildiğinde, sadece kendini aydınlatabilen eski sarı bir lambanın ışığı görülür önce. gözler biraz karanlığa alışınca sıvaları dökülmüş, kalan yerlerindeki boyaları pislikten simsiyah olmuş duvarları görmeye başlar gözler. tavandan, duvarlardan sarkan yanmış sararmış elektrik kabloları fark edilir sonra. sırtında sararmış atleti, altında mabadını kapattığını zanneden havluyu sarmış, yetersiz beslenmeden 50 kilo kalmış, türkü söyleye söyleye gezen kıl yumağı adamlar görürsünüz. he birde bol bol hamam böceği ve türevleri.

    ulaşmaya çalıştığınız odaya geldiğinizde, gerçek bir cezaevi kapısına benzer bir kalın demir kapı göreceksiniz. çünkü burada emniyetinize dair bütün sorumluluk sizde. kapının dışında kocaman bir asma kilit, iç kısmında ise en az iki tane sürgü kilit var. odanın içi kendine has ter kokularıyla aromalanmış. duvarlara dayalı tek kişilik sünger yataklar var. bir köşede küçük bir mutfak tüpü, tabaklar-bardaklar. yerde kalınlığı kağıttan biraz daha kalın halılar var (yıllarca oturmaktan muşambaya dönmüş). 10 metrekare odada ortalama 5-6 kişi kalır. genelde hısım akraba veya yakın arkadaşlar olur. han sahibine kiralar kişi başı verilir. içeride bazen kaçak kalanlarda olur ama han sahibine yakalanırsa neticesinden uygunsuz şeyler geçirir. cezası ağırdır yani. zaten han sahibi bina içine sadece kaçak kalan var mı diye uğrar. onun dışında dükkanından çıkmaz.

    burada sadece çalışmak için gelen insanlar olmaz. kaçak durumda, devletle sorunu olan, alkolik, bağımlı her tür sıkıntılı tipler gelir. zaten adamın (evet adamın, kadın olmaz burada. kadın varsa o odada, o gece günah gecesidir.) bütün şartları normal olsa bir otele, ucuz bir pansiyona gider.

    [(bkz: gemide)gemide] filminin bazı sahnelerinde bu bekar hanlarından görüntüler vardı. o filmin karakterlerine çok uygun mekanlar zaten bu hanlar.

    binaların altında sadece bakkallar yok. insan yaşamına ihtiyaç olabilecek her türlü dükkan var. berber, hamam, kahvehane (gemide filminde bu kahvehanelerden biri vardı, birde ferdi tayfur'un sabahçı kahvesi şarkı klibinin çekildiği klipte gösterilen kahvehane bunlara çok benziyor), meyhane. hatta meşhur vefa bozacısının yeri bu dükkanlara çok yakın.

    bu bekar hanlarında yaşayan insanlar genelde seyyar satıcılık, pazarcılık yapar veya inşaatlarda amele olarak çalışır. birde laleli'de hamallar var. onlarında çoğu bu hanlarda kalır.

    bu yüzden buraların adı motel, pansiyon değil bekar hanıdır.

    koca istanbul'un, en tarihi ve en işlek yerlerinin ortasında, arka sokaklarda çok uzun yıllar boyunca farklı bir dünya yaşamıştır. trt bazen buralara ilgi göstermiş olsada genel olarak görmezden gelinmiş veya farkedilmemiştir.

    şimdi hepsini kontrollü bir şekilde ve acele etmeden yıllar içinde yıktılar. oradaki bilerek görülmeyen yaşam kaybolmuştur. ben hatıralarımda kaldığı kadar anlatıp yaşattırmaya çalıştım bu yazı ile.

    saygılar efendim.

  • bazılarınız johann hari’yi youtube ted kanalında milyonlarca kişi tarafından izlenen this could be why you're depressed or anxious - everything you think you know about addiction is wrong başlıklı konuşmalarından biliyor olmalısınız. ki bu izleyicilerden biriyseniz, olasılıkla güzide toplumumuzun en azınlık grubundan, yani imamların şerrinden korunmak için allah’a yakardığı okumuşlardan birisinizdir. dolayısıyla hari’nin son çalışması çalınan dikkat hakkında aşağıda paylaşacağım detay ve yorumlar ilginizi çekecektir. ya da ben fazla iyimserim.

    johann hari 1979 glasgow doğumlu, king’s college’de sosyal bilimler ve siyaset bilimi okumuş, new statesman ve the ındependent gazetelerinde çalışmakla kalmamış, yazıları the guardian, the huffington post, new york times, los angeles times, the new republic, the nation, le monde, el pais, the sydney moming herald ve ha'aretz gibi ismi anılır anılmaz ceket ilikleten gazetelerde boy göstermiş ödüllü bir yazar – gazeteci. yukarıda andığım konferanslardan ve 2018’de yayımlanan the lost connections adlı kitabından da anlaşılacağı üzere hari’nin odak noktası depresyon, kaygı, uyuşturucu ve bağımlılık. 2022 yılında yayımlanan ve türkçe çevirisi kasım 2022’de –pek tabii – metis’ten çıkan çalınan dikkat isimli son eserinde ise hari ölçeği daha da genişleterek hedefine interneti, daha doğru bir tabirle sosyal medyayı alıyor ve hayatımızın her karışına sirayet eden bu nevzuhur medyanın bize ne verdiğini ve bizden ne çaldığını sorguluyor. aslında cevabı en başta, kitabın başlığında verecek kadar eli açık bir yazarla karşı karşıyayız.

    dikkat… evet hari’nin ana önermesi bu. internet devrimi ve sosyal medya bizden dikkatimizi çaldı. biz artık eski biz değiliz.

    hari, vaftiz oğluyla (adam) yaşadığı kişisel bir anekdotla açılış yapıyor. yazarın neden akıntıya ters bir istikamete yöneldiğini pekala özetleyen bir anekdot bu. adam’ın çocukluğunda elvis presley dinleyen, jailhouse rock’ı söyleyip dans eden mutlu bir çocuk olduğunu ancak zaman ilerledikçe gözünü telefon – bilgisayar ekranından ayırmayan bir morona döndüğünü, tipik bir bağımlı gibi davrandığını öğreniyoruz. öyle ki vaftiz babası hari, bir süreliğine sosyal medyaya girmemesi ve anı yaşaması şartıyla onu presley’in memphis’teki müzesine (graceland) götürdüğünde bile sözünü tutmayıp telefonuna sarılıyor. bu vaka hari için bir çeşit aydınlanmayla neticeleniyor. problemin ne boyutta olduğunu kavramak için kendini bir teknoloji detoksuna sokuyor, yanına bilgisayar – akıllı telefon almadan amerika’nın en doğu sahili olan cod burnu’ndaki provincetown’a yollanıyor.

    hari kitabın ilerleyen bölümlerinin bir ayağında provincetown’daki izolasyon sürecinde sosyal medya – mail olmadan yaşamanın bünyesinde nasıl etkiler doğurduğunu aşama aşama aktarırken ayrıca dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığı seyahatlerde uzman akademisyenlerle gerçekleştirdiği mülakatları paylaşıyor.

    çarpıcı sonuçlara varıyor yazar. örnek verelim hemen. kolektif dikkat aralığımızın her geçen yıl azalması bunlardan biri.

    twitter’da 2013 yılında en çok konuşulan 50 başlık ortalama 17,5 saat gündemde kalırken 2016 yılında bu süre 11,9 saate düşmüş. benzer bir durum sinema için de geçerli: eskiye oranla filmlerin popüler olduktan sonra daha az bir süre salonlarda oynadığı ve konuşulduğu tespit edilmiş. kitaptan alıntı yapmak gerekirse “popülerliğin tepe noktasına daha hızlı ulaşılıyor, sonra yine daha hızlı bir düşüş görüyoruz.”

    danimarka teknik üniversitesi uygulamalı matematik ve bilgisayar bilimi bölümü’nden profesör sune lehmann’a göre toplumun dikkat aralığını sekteye uğratmak için tek yapılması gereken sisteme enformasyon pompalamak. bunu ne kadar çok yaparsanız insanların bilginin tek parçasına odaklanacağı süreyi de kısaltıyorsunuz. çarpıcı bir örnek daha; ortalama bir insanın 1986 yılında maruz kaldığı enformasyonun hepsini topladığınızda 40 gazeteye tekabül ederken günümüzde bu rakam 174 gazeteye denk. allah bilir gündemin her saat değiştiği türkiye’de vaziyet ne?

    söz konusu batı ülkeleri – türkiye kıyası olduğunda her daim sohbetin bir noktasında pırtlayıveren şu “oğlum adamlar metroda, otobüste her yerde kitap okuyorlar, bizde hiç böyle bir şey gördün mü?” çıkışını haksız çıkaracak radikal bir değişimi de aktarıyor hari. zevk için kitap okuyan amerikalıların oranında dramatik bir düşüş göze çarpıyor. ortalama bir amerikalı günde 17 dakikasını kitap okumaya ayırırken 5,4 saatini telefon başında geçiriyormuş. norveç’teki stavanger üniversitesi’nden anne mangen johann hari’den de öteye giderek, uzun metin okuma becerimizi, yani zihnimizi zorlayan metinlerle baş etmemizi sağlayan bilişsel beceriyi kaybettiğimizden endişelendiğini dile getiriyor. bu neden önemli ve mangen neden endişeli? çünkü sonuçlar çok net, daha fazla roman okuyan insanların diğerlerinin duygularını okumak ve onlarla empati geliştirme yeteneği gelişiyor. sözün kısası, farklı - uç görüşler ile çatışan sınıflar arasında dengeleyici – uzlaştırıcı bir vazife gören toplumsal tabakayı yitirmekteyiz.

    bu ve benzeri akla seza değişimlere dair araştırma sonuçlarından sonra johann hari, kendini karanlık bir ormanda bulmuş dante misali vergilius’una, yani eski google mühendisi tristan harris’e rastlıyor ve onun rehberliğinde cehenneme, yani silikon vadisi’ne giriyor. 2002 yılında profesör b.j. fogg tarafından, insan davranışlarını değiştirebilen teknolojilerin nasıl tasarlanacağını çözme amacıyla kurulan ikna teknolojileri laboratuvarı’nı mercek altına alıyoruz. özgür iradenin bir yanılsama olduğunu, insan davranış ve seçimlerinin belirli koşullar altında rahatlıkla manipüle edilebileceğini savlayan b. f. skinner’ın teorilerinden destek alan bu laboratuvar’da insanların davranışlarına ve seçimlerine teknolojinin sağladığı olanaklarla nasıl müdahale edilebileceğinin öğretildiğini aktaran harris, katıldığı son derste öğrendiklerini pratiğe nasıl dökeceklerini kara kara düşündüklerini, günün birinde gençlerden birinin şu fikri ortaya attığını itiraf ediyor.

    “gelecekte dünya üstündeki her insanın profili elimizde olsa nasıl olurdu?”

    dehşet verici değil mi? özellikle de ikna teknolojileri laboratuvarı’nda eğitim gören öğrencilerin kullanmakta olduğumuz çoğu teknolojinin ardındaki beyinler olduğunu, yıllardır tüm kişisel bilgilerimizi “özgür irademizle” kâr odaklı şirketlere gümüş tepside sunduğumuz hesaba katılırsa…

    gözetim kapitalizmi olarak adlandırılan bu yeni süreci akademisyenlerin rehberliğinde bize tüm detaylarıyla sunan çalınan dikkat, odaklanma, anı yaşama becerimizi kaybedişimizin ardından ağıt dökmekle yetinmiyor, insan davranışındaki tuhaflığa, güzel ve sakinleştirici şeylere kıyasla olumsuz, sarsıcı şeylere meraklı oluşumuza da bir parantez açıyor. yazar, bu “tuhaf” yönelimin fazla tıklanmaya odaklanmış algoritmalarla bir araya geldiğinde ortaya fazlasıyla vahim bir tablo çıkardığını söylüyor

    örneğin, mıt’nin gerçekleştirdiği bir araştırmanın sonuçlarına göre, gerçek haberlere kıyasla yalan haberlerin altı kat daha hızlı yayıldığı ortaya çıkmış. hari burada şöyle diyor:

    “ozon tabakası bugün tehdit altında olsaydı, bu tehdidin milyarder george soros tarafından uydurulduğunu, ozon tabakası diye bir şey olmadığını ya da deliklerin aslında yahudilerin uzay lazerleri tarafından açıldığını iddia eden bağnazca viral haberler, uyarıda bulunan biliminsanlarının sesini bastırırdı.”

    (bkz: küresel ısınma)

    johann hari bizi bir konuda daha uyarıyor, demokratik değerlerin korunması için bir halkın gerçek sorunları teşhis edebilecek, bunları kuruntulardan ayırt edebilecek, çözüm bulabilecek, çözüm sunamayan liderlerden hesap sorabileceği koşullar gerektiğini belirttikten sonra, odaklanamayan insanların otoriter çözümlere daha fazla meylettiğinin altını çizip son yirmi yılda dünyada gördüğümüz otoriterleşme trendiyle internet devrimi arasında bir bağ olduğunu işaret ediyor.

    çalınan dikkat’te hari’ye katılmadığım tek nokta çözüm safhası. hari sanki uzun, kaygı uyandırıcı bir konuşmayı umut zerk edecek kuşatıcı bir sonuç bölümüyle sonlandırmak isteyen bir ted konuşmacısı gibi tüm bu sorunları alt edebileceğimizi öne sürüyor ve dayanak noktası, kurşunlu boyaların zararlı oldukları için yasaklanması ve ozon tabakası probleminde insanlığın sergilediği örnek tutum. benzeri bir duyarlılığı internet – sosyal medya açmazında da gösterebileceğimize inanıyor hari. bu kanımca fazlasıyla iyi niyetli bir bakış açısı, zira kitaba kaynaklık eden bu elektronik metastazın ardında dünyayı yöneten bilmem kaç üyeli, şeytani bir konseyin olmadığını, aslında her şeyin “daha fazla” mottosuyla kendiliğinden geliştiğini vurguladıktan sonra –evet johann hari bunun farkında– birkaç ülkenin bir araya gelmesi, meclislerden geçecek kanun taslakları veya yasaklarla durumun tersine çevrileceğine inanmak, bir çözümün olmadığını söylemenin dolambaçlı bir yolundan başka bir şey değil.

    insanlık, deniz kavimlerinin veya batı roma’nın çöküşünün yol açtığı istisnai geriye gidişler haricinde her zaman ileriye dönük oldu. evet, işimizi kolaylaştıran birçok icadı terk ettik ama bu terk edişlerin sebebi doğaya dönüş arzusu değil, yerlerine daha iyisini bulmamızdı. artık baltalarımız, kılıçlarımız yok çünkü saniyede bilmem kaç mermi sıkan tüfeklerimiz var. evet, kurşunlu boyaların insanlara, kloroflorokarbonların ozon tabakasına zararlı olduğunu öğrendiğimizde kolları sıvayıp hemen yasakları devreye soktuk, ancak alternatiflerimiz vardı. yaşamlarımızın her safhasına giren, trilyonlarca dolar paranın döndüğü internet altyapısının yerine, daha fazla vaktimizi kemirmek için şu günlerde silikon vadisi’nde tasarlanmakta olan metaverse canavarı dışında bir alternatif üretebildik mi? her türlü bilgiye anında erişebildiğimiz, istediğimiz herhangi birine istediğimiz an ulaşabildiğimiz şu çağda insanlara “hayır dostum, artık bilgiye kitap okuyarak ulaşacaksın” demenin olanağı var mı? sanmıyorum.

    johann hari’nin asıl düştüğü çelişki ise şu; kuşkusuz skinner’ın teorisi onu dehşete düşürüyor, doğrusu beni de ancak teknoloji tasarımcısı nir eyal’in, çoğu aplikasyonda yer alan bildirimleri kapatma seçeneğini çözüm olarak sunuşuna - yetersizliği nedeniyle - şiddetle karşı çıkarken fazlasıyla mühim bir noktayı kaçırıyor yazar. gerçekten, insanların çoğu neden bildirimleri kapatmıyor? zihninde ideal bir insan tasavvuruyla yola koyulan johann hari, kullanıcıların özgür iradesine bırakılmış “bildirimleri kapatma” seçeneğini yetersiz bularak ve kitleleri yönlendirebilecek daha etkili çözümlere başvurulması gerektiğini savunarak bir çeşit skinner’cılık yapmıyor mu?

    hakikaten, nedir ideal insan? hari’ye göre anı yaşayan, presley dinleyip jailhouse rock’ı ezberden söyleyerek tepinen, ekrana değil gözlerine kıymet veren birinin ideal insan olduğu aşikâr. ama şunu da iyi biliyoruz ki, sözünü ettiğimiz türde biri bırakın önceki asırları, 1970’lerden önce serseri kelimesiyle karşılık bulurdu ancak. binlerce asırlık tarihimizin tam olarak hangi sayfasında yer alan hangi insan modelini idealleştirebiliriz ki geçmiş tarafından yadırganmamış, gelecek tarafından yargılanmamış olsun?

    hari’ye göre şu an insanlık, mağara alegorisindeki gölge oyununa kendini kaptırmış o zavallılardan başka bir şey değil, oysa gerçek, mağaranın çıkışında bizi beklemekte. her tür idealizmin (sosyalizm dahil) kusurudur bu; orada, vardığımız zaman tarihin asla ilerlemeyeceği, kendisinde olanla her şeye yetecek tek bir gerçeğin olduğu postulatı. ama öyle değil. her şeyin bozulmaya yazgılandığı bir evrende tüm bunlar kulağa güzel gelen birer yankıdan başka bir şey değil. temel meseleyi atlıyor hari; insanlık o mağaradan çıkalı çok olmuştu ve mağaraya dönmeyi seçti. neden? neden insanlık gerçek yerine o gölge oyununu tercih ediyor? neden insanlar bir yunusun denizde yüzmesini gözleri değil de bir ıphone merceği vasıtasıyla görmek istiyor?

    yoksa dünya, şu milyonlarca yıldır dönüp duran mavi soluk nokta tatmin etmiyor mu bizi artık?

    bilmiyorum. sıradan bir okurun soruları bunlar… çok kafa açtım. okuyun bu kitabı, kesinlikle okuyun.

  • adam cb kararnamesi paylasmis, oburu kaynagi g.tu olan demis.
    tebrik ediyorum her iki sekilde de kaynagi dogru tahmin etmis.
    kaynak yanlis ise evet hakli. kaynak g.tmus deriz
    kaynak cb kararnamesi ise daha da hakli o kaynak zaten g.t deriz

  • depremde binlerce insan hayatını kaybetti, hangi arap ülkesi yas ilan etti.

    sırf arap olduğu için ülkeyi kendi ofisleri gibi kullanıyorlar.